Geek is...



2 gündür BlizzCon 2010 ile yatıp kalkıyorum. Daha doğrusu yatamıyorum, çünkü BlizzCon'un ilk günü sabah 7 gibi bitti ve ben 3 saatlik uykuyla duruyorum. BlizzCon'un 2. günü birazdan başlayacak ve ben dün Açılış Seremonisinde Christ Metzen'in söylediklerini düşünüyorum bir yandan. Düşündükçe de bu adamları neden bu kadar sevdiğimi bir kez daha anlıyorum.

"Geek is..." diye başlayan uzun bir liste saydı dün Metzen. Ve listedeki film olsun, anime olsun, ya da herhangi başka bir şey olsun hepsi bana o kadar yakın şeylerdi ki. "Geek is... Us." dedi en son Metzen. O kadar hoşuma gitti ki Blizzard'ı bu şekilde anlatışı. (O sırada "HADİ ULAN AÇIKLAYIN YENİ DIABLO III SINIFINI!!" diyordum gerçi, Metzen'in dediklerinin anlamını şimdi anlıyorum daha çok) Sadece bir "oyun şirketi" değil Blizzard. Metzen'in dediği gibi, her şeyden önce onlar da bizim gibi. Aynı şeyleri izliyoruz, aynı oyunları oynuyoruz, aynı kafadanız. Hani bir gün yolda Chris Metzen ya da Mike Morhaime'la falan karşılaşsak (oldu tabi, kolaydı o) oturup ilgi alanlarımdan herhangi birisi üzerine saatlerce muhabbet çevirebileceğimize inanıyorum. Bu yönden Oyungezer'e de benzetmeden edemiyorum aslında Blizzard'ı. Çoğu havalı ve müşterilerini sadece "müşteri" olarak gören şirketlerden farklı bir samimiyeti var iki tarafın da.

Dün StarCraft II Lore panelinde sorulan sorulardan birine tüm samimiyetiyle cevap verirken çok hoşuma giden bir sözü vardı Metzen'in; "Sonuçta biz burada bir aileyiz." Müşterilerini aile olarak gören bir firma Blizzard. Sorulan bir çok soruyu kolaylıkla savuşturabilecekken "Ah, whatever, we won't hold it back from you!" diyip içtenlikle cevap veren bir firma.

Sık hayal kuran hayalperest bir insan olsam da bugüne kadar gerçekten hayalim olan ve gerçekleştirebildiğim tek bir şey var. Oyungezer ile ilgili hayalime kavuşmuş olsam da, Blizzard hayali bana çok uzak, bunun farkındayım. Ama sanırım 3 dilek dileme hakkım olsa direk ilk hakkımı Blizzard ekibinin bir parçası olmaktan yana kullanırdım.

3 dilek hakkı verilmediği sürece hayal olsa da, ilk defa kendime bir TO-DO LIST yapacağım ve ilk maddesini de şimdi buradan koyuyorum o listenin; Ne yapılıp edilip California, Anaheim'a gidilip BlizzCon canlı izlenecek. Şimdi sıra bu hayalimi gerçekleştirmekte bakalım...

Edit: BlizzCon 2010 az önce Tenacious D'nin şahane konseriyle sona erdi. Teşekkürler Blizzard. Uyku düzenim paramparça oldu, zombiye döndüm sayenizde ama her saniyesine değdi kesinlikle. Umarım TO-DO Listeme atacağım check 2011 yılında gerçekleşir de bizzat gidip görebilirim bir sonraki BlizzCon'u.
Posted on 10/23/2010 08:16:00 ÖS by Monthius and filed under | 1 Comments »

"Change is not always growth, but growth is often rooted in change..."

2010'dan ne bekliyorum kısmına gelirsek... Açık ve net söyleyeyim; hiçbir şey beklemiyorum. Saat gece 12'yi vurduğunda hayatıma sihirli bir değnek dokunup her şeyi daha güzel hale getirmeyecek. Ya da yarının dünden herhangi bir farkı olmayacak. O yüzden "2010'da dünya barışı, mutluluk, aşk, sevgi bla bla" saçmalıklarına hiç girmeyeceğim.


Bundan 9 ay önce, yılbaşında bloguma böyle yazmıştım. Kısmen haklı çıksam da şu son 1-2 ayda bazı şeylerin de farkına varmış oldum. Bu 9 ay boyunca hayatıma ne sihirli bir değnek değdi, ne de hayat dünya barışı, mutluluk, aşk ve sevgi getirdi bana. Ama yine de bir şeyler değişti işte. Ama en önemlisi bu değişimin sihirli değneği beklemekle gerçekleşmeyeceğini anlamış olmamdı sanırım. Eğer bir şeylerin gerçekten değişmesini istiyorsan o değişimi kendin yaratman gerektiğini anladım ben. Ve ne mutlu ki, ufak ufak da olsa o değişimi yaratmaya başladım.

Önce tamamen düzensiz bir hale girmiş hayatımı düzene sokmakla başladım değişime. Hoş, planladığımdan ve istediğimden çok daha az vakit ayırabilsem de artık kendime yine de artık çok daha düzenli bir şekilde yaşamak bana iyi geldi. Yine de bu konuda daha yapmam gereken şeyler var, işim bitti denemez bu kısımda. Sonra madem değişmeye karar verdim, bunu her anlamda yapmak lazım diyerek 5 yıldır uzun olan saçlarıma kıydım. İlk gün çok feci pişman olduysam da alışmaya başladım sanırım bu kısa saçlı halime de. Ve haftaya da spora başlıyorum yıllar sonra tekrar. İş çıkışı zaten pelte gibi geliyorum eve, ama yine de biraz daha forma sokmam lazım kendimi.

Bunları yaparken sadece dıştan kabuk bir değişim olmadığını, her birinin içime işleyip beni tamamen değiştirdiğini de hissediyorum. Hala bir şeyler olması gerektiği gibi değil, hala değişmesi gereken çok şey var hayatımda. Ama en azından bir yerlerde o değişim başladı artık. Elbet sıra diğer eksik kısımlara da gelecek bir ara...

Edit:Mert'in yorumlar kısmına yazdığı Drizzt quote'unu da hatırlamak gerek bu noktada. Hatta ben nasıl yazmadım bunu kızdım şimdi kendime ve bu yazının başlığını da değiştirmiş oldum böylece.
Posted on 9/19/2010 09:48:00 ÖÖ by Monthius and filed under | 2 Comments »

Come Cataclysm...




Kim ne derse desin, Blizzard işini iyi yapıyor. Adamların bugüne kadar yaptığı tek bir oyuna bile "kötü" demek mümkün değil. (Çıtanın altında kalsa bile The Burning Crusade bile "kötü" değildi aslında) Ve evet, oyununun ve benim oynayış süremin neredeyse 6. yılına girerken hala World of Warcraft'a ilgimi kaybetmiş değilim. Çünkü Blizzard'ın Cataclysm için attığı her adım beni deli gibi heyecanlandırıyor. Peki neden heyecanlanıyorum bu kadar? Anlatayım...

Her taşını, her tümseğini ezberlediğiniz yerler vardır mutlaka hayatınızda. Evinizin bulunduğu sokak olur, çalıştığınız yer olur, küçüklüğünüzden beri sık sık gittiğiniz bir yer olur vs... Peki ya bir bilgisayar oyunundan söz ediyorsak? Şu an önüme bir harita koymasanız bile size Stormwind'in ya da Undercity'nin sokaklarını tarif edip ezbere yol gösterebilirim. 6 sene... Azeroth'ta 6 senedir yaşıyorum ben. Bazen ara vermeden delicesine, bazen daha uzaktan arada sırada ziyaret ederek... Ama bir şekilde 6 senedir o koca dünyanın her metrekaresini dolaşıp havasını soludum ben. Ve şimdi Blizzard'ın verdiği çok cesurca bir kararla benim bildiğim her şey baştan aşağı değişmek üzere. Ironforge aynı Ironforge değil artık, Kral Magni taşa dönüştü, Dark Iron cüceleri tahtı ele geçirmeye çalışıyor ve bunu önlemek için bir Cüce Konseyi zar zor yönetimi elinde tutmaya kasıyor. Orgrimmar aynı Orgrimmar değil. Thrall kontrolden çıkan elementleri düzene sokmak için Azeroth'u dolaşırken yerine savaş delisi Garrosh geçmiş durumda. Ve Garrosh Horde'un yönetimine gelir gelmez Horde'un içerisinde çatırdamalar başladı bile. Cairne Garrosh'la olan düellosunda öldü, Vol'jin tüm Trolleri alarak Orgrimmar'ı terk etti. Ne demek istediğimi anlayabiliyor musunuz? Azeroth değişiyor... Ciddi anlamda değişiyor. Uzaktan bakınca kozmetik gibi durabilir bu değişiklik, ama değil. Bu değişimin asıl yaşandığı yer oyunun ana çekirdeği. Ve bu değişiklikle birlikte ilk defa WoW'da bir ilerleme hissine şahit oluyoruz. İlk defa yıllardır belki onlarca farklı karakterle, onlarca kez yaptığımız questlerin sonuçlarını hissedip hikayenin ilerlediğini görüyoruz. En çok da buna seviniyorum işte.

Belki bir zamanlar oynadınız, belki oynamadan sadece laf attınız, belki hala oynuyorsunuz. Sadece şunu bilin; bu WoW sizin bildiğiniz WoW değil. Artık 3 kurbağa gözü, 2 tavşan kulağı toplayıp getirme görevlerinin olduğu oyun değil bu. Bu, artık gerçekten karşınıza anlatacağı inanılmaz detaylı (ve gelişen) bir hikayesi olan, verdiği görevlerle sizi birazdan neler olacağına dair meraka düşüren yepyeni bir oyun. Artık bir MMO değil WoW, MMO'nun sonuna o RPG sıfatını sonuna kadar hak ederek ekleyen bir oyun. Ve işte bu yüzden, yıllarca WoW'da gördüğüm en büyük eksiği WotLK ile kapatan Blizzard, Cataclysm'de bunu mükemmeliğe taşıyor. Ve ben buna deli gibi heyecanlanıyorum...

not: WoW değişime gidiyorken ben de değişime gitmeye karar verdim bir süre önce. Boş vaktim olduğu bir ara (Stormrage kitabını da bitirmiş olmanın verdiği gazla) karakterimin güncellenmiş hikayesini yazıp blog'a koyacağım. İlgilenen ya da merak eden varsa diye önceden haber vereyim dedim.
Posted on 9/03/2010 06:59:00 ÖS by Monthius and filed under | 0 Comments »

Sevgili Bioware,

(DİKKAT! YAZIDA BOLCA SPOILER VAR, MASS EFFECT 1 VE 2 BİTİRMEDİYSENİZ KAÇININIZ!)

Aslında bu mektubu sana daha önce yazmayı planlıyordum. Dragon Age'i ilk bitirdikten sonra. Ancak bir türlü fırsat bulamadım, kısmet Mass Effect 2'yi bitirdikten sonraya imiş.

Hatırlar mısın, yıllar önce RYO oyunları kendi gördüğümüz dungeon crawling türü oyunlardan ibaret ve artık ölmeye başlamışken Baldur's Gate'i patlatmıştınız ortaya. Sonra arkasından Planescape: Torment, Icewind Dale ve nicesi geldi. Ölen RYO türünü diriltmiştiniz resmen bir anda. Hah onu diyicem işte, Reaperların ağzından "Cycle cannot be broken" derken bunu kastediyordunuz dimi aslında? Aradan 10 küsur yıl geçti, RYO türü yine ölüyor dedik "alın Dragon Age!" diye çarptınız yüzümüze, müptelası olduk. "Oha Baldur's Gate gibi olmuş bu" dedik, büyülediniz bizi. Ardından "Mass Effect 2 yaptığımız en iyi oyun" dediniz "yok artık, Dragon Age nolacak peki?" dedik. Orada da bir tokat yedik sizden ama böyle tokada Can kurban.

İlk Mass Effect'i bitirdiğimde ikinci oyun için resmen kudurduğumu, "of olm çok epik ya!" yorumları yaptığımı hatırlıyorum. Citadel'deki bütün filoyla birlikte Sovereign'e karşı savaşırken Joker'ın Normandy'yle şov yapması ve öldürücü darbeyi vurması gerçekten çok epikti. En azından o zamana göre...

E ama Mass Effect 2'nin daha açılış sahnesi bile ondan kat kat epik. Başka bir oyun hatırlıyor musunuz siz, oyunun ana karakterinin ilk 10 dakikasında öldüğü? (Torment diyeni döverim, yemin ediyorum!) Shepard yahu, adam öldü gitti ilk 10 dakikada. Öyle "ah vuruldum, ölüyorum!" da değil üstelik, adam uzay boşluğuna sürüklendi, sonra da gezegene çakıldı. Hani ölmek için en kötü şekilleri sayacak olsam bunu da sayarım kesin bundan sonra.

İlk oyunda tekerine bolca çomak soktuğumuz Cerberus tutup "Lazarus Project" adı altında diriltti sonra bizi. Nano-machine oldu her bir yerimiz ama olsun, durdurmamız gereken bir tehdit var sonuçta ortada. Sonra bizi tuttular "aha Cerberus'un patronu işte bu" diyerek Illusive Man'in karşısına çıkarttılar. Ne yalan söyleyeyim, ilk gördüğüm andan beri "kesin altından bir yamuk çıkacak" diye baktım Illusive Man'e. O gözler ne öyle ayrıca ya? (Illusive Man aslında Uchiha Madara çıkacak üçüncü oyunda, Uchiha klanına bile yasak olan mavi sharingan tekniğini kullanıyormuşasdfas)



Cerberus'u başta sevmesem de Alliance kıçını kaldırmayıp konseyde göt büyütürken elini taşın altına sokup en azından bir farklılık yaratmaya çalışması açısından takdirimi kazanmadı da değil. Mass Effect 1'de adamları yasa dışı işler yapan pis bir örgüt olarak tanımıştık ama en azından Reaper tehlikesine konseyle birlikte kulaklarını tıkayıp "lalalalala i can't hear you!!" yapan Alliance'tan iyidirler. Collector gemisi tarafından saldırıya uğradık ya direk "Oh, öldü salak, dağıtalım hemen tayfasını da zaten Reaper falan diye saçmalıyordu sürekli" diyerek ne mal olduklarını belli ettiler. Ulan ben sizi kurtarıcam diye ilk oyunun sonunda kaç tane Alliance gemisi feda ettim, bir güvenin sözüme be! Bu adam bizim aklımızın hayalimizin almayacağı şeyler gördü, vardır bir bildiği deyin bir kere de. Üstüne bir de eski tayfamıza da nasıl bir beyin yıkama yaptıysanız artık bana karşı döndürmüşsünüz direk. Horizon'da Ashley'le konuşurum "Şepırt, ama sen Cerberus'sun ihanet ettin bize!" Ya dur bi' be kadın! Sen ilk oyun boyunca peşimden koşup "Şepırt diyosa bir bildiği vardır" dedin durdun, 2 senede unuttun mu direk onca şeyi. "Şepırt, I loved you but you betrayed me." Lan galaksiyi kurtarmaya çalışıyorum burada ben, sizin o sevgili Alliance'ınız eli kolu bağlı otururken, bir de ihanetle suçluyor beni. O noktada dedim zaten, "Yürü Miranda, gidiyoruz!" diye. (Nispet yaptım evet asdfa)



Neyse, Alliance'a karşı fazla dolmuşum anlaşılan, konuya dönelim. Illusive Man diyorduk. Elime tutuşturduğu listedeki adamları gittik kattık partimize, ne yalan söyleyeyim, karakterler beklediğimden iyi çıktı. Mesela Subject Zero yani Jack'e oyun çıkmadan önce hiç kanım ısınmamıştı ama hikâyesini öğrendikçe kanım kaynadı, hatta üzüldüm açıkçası haline. Ya da mesela Mordin, tahmin ettiğimden çok çok daha eğlenceli bir karakter çıktı. Özellikle gidip "Ya Mordin, iki dakikan var mı konuşalım?" dediğimde "Bi saniye Şepırt, Joker'ın hastalığının tedavisini bulmak üzereyim, çok basit aslında. Aa, ama ciğeri iflas edebilir. Dur baştan başlayalım" gibi yorumlarda bulunması çok hoşuma gitti. Ama favorilerim Miranda, Tali, Garrus ve Thane oldu sanırım. Gerçi Samara da süperdi. (Mordinth'le olan Biotic Catfight'ı dibimi düşürdü resmen) Ha, bir de Legion hiç beklemediğim gibi çıktı. Adam bildiğin Geth ya. Ben sanıyordum ki böyle asi bir Geth tarzı bir şey çıkacak. Alakası yok, adam bükemediği bileği öpmeye gelmiş meğersem. Aslında düşününce çok mantıklı Geth'lerin şu durumda yok olmaktansa diğer ırklarla ittifak kurması ve Reaperlara karşı savaşması. (Bu arada tayfanın yarısını saymışım zaten, şöyle düzelteyim o zaman; bir tek Jacob'u sevmiyorum. Kıl adam ya, tayfaya kimi alsam laf etti. Ayrıca gemiye yeni gelmiş Quarian'a "Kendini geminin AI'ına tanıtmayı unutma!" denir mi, küfür et daha iyi)

Yukarıda Joker demiştim, ona da ayrı bir paragraf açmak lazım. Joker'ı kontrol ettiğimiz bölümden itibaren oyunun sonu hop oturup hop kaldırdı beni resmen. Hani tam da Şepırt gemide değilken gemiyi Collector'ların basması, herkesi yaka paça götürürken Joker'ın hastalığını hiçe sayıp kemiklerini kırma pahasına herkesi kurtarmaya çalışması inanılmaz dramatik bir sahneydi. Joker'ı zaten ilk oyundan beri severdim, daha da sevdim o sahneden sonra. EDI'yle diyalogları da ayrı güzel zaten. Başta her şeyine laf edip "güvenmiyorum ben EDI'ye, gemimde istemiyorum AI!" dedikten sonra oyunun sonlarında "ya ben EDI'ye bıraktım hallediyo o işleri zaten, çok iyi anlaşıyoruz" moduna geçmesi süper olmuş.



Ne yapın edin, Citadel'i mutlaka ziyaret edin bu arada aklıma gelmişken. Zaten restorasyon sürdüğü için gidebileceğimiz kısıtlı yer var, ama o yerler de inanılmaz olmuş. Özellikle her dükkana girip de "Meraba, ben Şepırt. Saren'i yenen kahraman. Reklamınızı yapıyım bana discount verin." demek çok eğlenceliydi benim için. Girdiğim her dükkanda "I am Commander Shepard, and this is my favourite store on Citadel" anonsunu duydukça manyakça kahkahalar attım. Reklam panoları da ayrı bir komedi zaten, Mass Effect 1'in son savaşının filminin fragmanı ("THIS SUMMER! HUMANITY EARNS ITS PLACE AMONGST STARS" lafı geçiyor fragmanda, o yeter. Bazı şeyler hiç değişmiyor anlaşılan. :P) ve Elcor cast'e sahip "Hamlet" sandalyeden düşürdü beni. (Evrende Hamlet oynayacak son ırk olmalı Elcorlar. Zaten reklamda da "14 saatlik müthiş şölen!" diyince daha da koptum) Tam sandalyeye geri oturmuştum ki bu sefer de oyun satıcısı Salarian tekrar geri düşürdü beni. "Alliance Corsair diye bir oyun var, Omni-Tool'una bile yükleyebiliyorsun!", "Shin-Akiba'da sattıkları Asari-Hanar porno oyunları çok fena" (Asari-Hanar pornosu nası olabilir ya?!), "Yeni çıkan RYOların tadı kalmadı hiç, hep büyük seçimler ve viseral dövüş var eski RYOları özlüyorum" tadında muhabbetler yapması çok bomba ve çok iyi göndermeydi.



Hikâyeye gelicem son olarak, uzadıkça uzuyor yoksa. Collectorları ilk duyduğumda "e ama Geth? Reaper? Filler hikâye mi yapıyorsunuz laaan?!" demiştim ama çok güzel ters köşeye yatırdın beni yine Bioware. Collectorların genetik değişime uğramış Protheanlar olduğunu öğrendiğimde ağzımdan çıkanları duyacak kimse yoktu iyiki yanımda. Plot-twist'in kralını yaptınız o noktada resmen. Ha, ilk oyunun hikâyesi epik demiştim ya bir de, ikinci oyunun hikâyesi herhalde onun bir 5-6 katı daha epik. Milyonlarca yıl önce ölmüş bir Reaper'ın içine girdiğimiz bölüm mü dersin, Reaper-Human Larva'nın alev gibi gözlerini üzerime dikip bana baktığı (ve saldırdığı) kısmı mı dersiniz bilmiyorum da, Mass Effect 3'ü düşündükçe hala tüylerim ürperiyor. Oyunun sonunda sadece ufak birkaç saniyelik sahne bile yetti üçüncü oyunun boyutunun ne olacağını anlamama. Üzerimize hayvani bir Reaper ordusu geliyor lan, daha nolsun! İlk oyunun sonunda bunlardan sadece bir tanesini indirmek için canımız çıktı, ikinci oyunun sonunda bunların larvasını öldürene kadar mermi kalmadı... (Yalan aslında bu kısım. Cain'i çıkartıp nuke attım larva'ya, canının %75'ini götürdü o. :P E nuke diyorum ama, boru değil yani. Nuke'ten sonrası kastırdı ama.)



Suicide Mission'a ayrıca değinme gereği duyuyorum çünkü hayatımda bir oyunda gördüğüm en heyecanlı, en muhteşem kısımlardan biriydi kesinlikle. Shepard gemide tayfayla son kez konuşurken gerçekten duygulandım, "bu tayfayı son kez birlikte görüyor olabilirim" diye. Forumda okuduğum kadarıyla oynayan çoğu kişi ağır kayıplar vermiş Suicide Mission kısmında, kayıpsız bitirebilen çok az kişi var. Oyun boyunca tüm karakterlerin loyalty questlerini yapmış, geminin ve tayfanın tüm Upgradelerini tamamlamış olsam da yine de yanlış bir kararın takım arkadaşlarımın ölümü olacağını bilmek fena bir sorumluluktu. O yüzden planlama aşamasında bayağı düşündüm. Oyun boyunca ana takımım Miranda ve Tali'den oluştuğu için onları yanıma almak istiyordum. O yüzden teknik başka eleman olarak Tali dışında ilk kimi yollayabilirdim?



Tabi ki Legion'ı! Peki ikinci takıma kim liderlik edecekti? Kim bunun altından kalkabilirdi? Garrus, eski dostum, yüzümü kara çıkarma...



Ve böylece Suicide Mission'a başladım.





Legion görevini başarıyla yerine getirdi benim de dışarıdan yardımlarımla. Garrus da takımını hayatta tutmayı başarınca ilk kısmı herkes sağ atlattık da derin bir nefes aldım. Sonra kaçırılan tayfayı da bulduk. Kelly, Doktor Chakwas ve diğerlerini de kurtardık hemen. Onları gemiye geri götürecek birisi lazım ama bize. Zaeed, o eski kahramanlık hikâyelerinde ne kadar gerçek payı var göster bakalım bize.



Grup sağ salim gemiye ulaşıyor. Hala herkes hayatta. Üçüncü kısımda bir Biotic gerek bize Swarm'dan korunmak için. Samara'nın Biotic güçlerine dibim düşmüş biri olarak onu seçtim tabi direk. Diğer grubu da güvendiğim birine teslim etmek gerekiyordu ama. O yüzden Miranda'yı diğer gruba yolladım. Yanıma da Jack ve Tali'yi aldım. Ama bir yandan radyodan sürekli birinin ölüm haberini işiteceğim diye tırsıyorum. Samara zor dayandı ama herkesi korumayı başardı ve böylece üçüncü aşama da bitti.



Herkes hayatta. Ve Reaper-Human larva... Tali, Miranda ve ben önümüzdeki şeyin korkunçluğuna rağmen dimdik ayakta durarak ona meydan okuyoruz.



Cain'i şarj edip hedefe doğru bir nuke yolluyorum, patlama larvayı telef ediyor zaten büyük ölçüde. Kalanını da üçümüz birleşip hallediyoruz. Ve karşımda çok zor bir karar var. Illusive Man'e güvenmeli miyim? Collector üssünü havaya uçurup onların planlarını suya düşürebilirim. Ya da... Buradaki araştırmalar gelecek Reaper istilasına karşı bize yardımcı olabilir mi gerçekten? Önce tereddüt ediyorum, "üs yok edilmeli". Ancak sonra buradaki araştırmaların bize yardım edebileceği aklıma geliyor. Umarım yanlış seçimi yapmıyorumdur... Üssü Cerberus'a bırakıyorum. Daha sonra Illusive Man'e tavrımı koyuyorum ancak, amacımızın tamamen Reaperlarla savaşmak olduğunu ve eğer üssü başka amaçlarla kullanmaya çalışırsa yakasında olacağımı hatırlatıp Joker'e bağlantıyı kestirtiyorum.



İşte benim Mass Effect 2 hikâyem aşağı yukarı böyleydi. Teşekkürler Bioware, cidden sözünün eriymişsin, şahane bir hikâye, şahane bir sinematik deneyim sundun. Dragon Age 2'yi de 2011 başında piyasaya sürecekmişsiniz zaten, bizi boş bırakmaya niyetiniz yok gibi. Bırakmayın da zaten aman, biz memnunuz sizin oyunlarınızı oynamaktan, seviyoruz sizi. Ama nolur Mass Effect 3 için de çok bekletmeyin, 2011 ilk çeyrekte çıkartın onu da, şu hikâyenin devamını görelim.
Posted on 2/10/2010 11:48:00 ÖÖ by Monthius and filed under | 6 Comments »

Mass Effect 2




E yeter ama, hep mi beni bulur aksilikler? Mass Effect 1 çıktığında haftalarca oyunu oynayamamıştım bilgisayarımda çıkarttığı bir sorun yüzünden. Herkes çatır çatır oynarken iç çekerek bakmıştım onlara. 2 sene geçti aradan, Mass Effect 2 çıktı, Arhan'a gidip oyunu alalım derken Emir'le muhabbete dalıp durağı kaçırdık 1 saat yürüdük onca karda bata çıka. Ama tüm işkencelerin sonunda eve gelip nescafemi koydum, arkama yaslandım, hatta MSN'e ve twitter'a yazdım "Mass Effect moduna girdim, 1 hafta falan haber alamayabilirsiniz benden" diye. Sonra noldu? "Bu program geçersiz bir işlem yürüttü ve kapatılacak."

O an ne kadar sinirlendiğimi, ne kadar hevesimin içimde patladığını cidden ifade etmem mümkün değil. Günlerdir Launch Trailerını izleye izleye (bkz. yazının sonunda bir yerlerde olması lazım) kendimi hazırlamışım, Mass Effect 1'e bile baştan başlayıp yeni karakter yapmışım tüm DLC'leri de yükleyip. Bunun sonucunda aldığım hata mesajı bu mu olacaktı bu sefer? Üstelik yine herkes çatır çatır kurup oynarken...

Neyseki laptopum yardımıma yetişti. Sabah artık daha fazla dayanamayıp laptopa yükledim oyunu. Optimizasyon harikası bir şekilde çalıştı, ağzımdan salyalar akıta akıta ilk bölümünü oynadım. Ama laptopta oynamayı sevmiyorum, hem mouse'un hassasiyeti masaüstündekinden farklı olduğundan rahat edemiyorum, hem de masamda sıkış tepiş laptopu sığdırmaya çalışarak oynamak yoruyor. Sanırım 1-2 gün içinde temiz bir format daha gelecek benim bu masaüstüne... Ama olsun, eğer oyun gerçekten baştaki tempoyu koruyabiliyorsa değer format atmaya.

Oyun bitsin, ya yeni post yazıcam, yada bu postu güncelliyicem, unutturmayın bana. (Dragon Age'e de yapıcaktım güya aynısını unutuyorum hep.)

Son olarak da Launch Trailer'ı ne yapın edin izleyin. Aha da trailer hatta;

Posted on 1/24/2010 08:15:00 ÖS by Monthius and filed under | 0 Comments »

(500) Days of Summer



Açık konuşayım, öyle çok romantik aşk filmleri beni etkilemiyor artık eskisi gibi. Çoğune "meh" diyip geçiyorum, çünkü anlatmaya çalıştıkları şeyin "gerçek" olmadığını biliyorum. O filmlerde işlenen hikâyelerin sadece birer masaldan ibaret olduğunu biliyorum. Ama işte, o hikâyeler ne kadar masalsa, (500) Days of Summer tam aksine o kadar gerçek.

Volkan'ın blogunda görüp merakımı cezbetmese muhtemelen atlayacağım bir film olacaktı (500) Days of Summer. Ancak iyi ki merakımı cezbetmiş. Zira o kadar güzel, o kadar gerçekçi, o kadar şahane bir film olmuş ki anlatmam. "Olm sen bu filmi izleyelim diye 3 hafta önce de baskı yapıyodun, niye bloguna yazmak için bekledin bu kadar?" diyenler olabilir aranızda. Açıkçası bilmiyorum, belki de filmin benim üzerimde bıraktığı etkiden emin olmak ya da o etkiyi hazmetmek için bekledim buraya yazmak için.

Her neyse, romantik aşk filmi değilse ne peki bu diye merak ediyorsunuz muhtemelen filmin olayını. Filmin afişinde yazan şekilde cevap vereceğim buna; "Bu bir aşk hikâyesi değil, sadece aşk hakkında bir hikâye". Ve hakikaten de öyle.

Çok güzel bir kız var ortada öncellikle. Summer. (Zooey Deschanel oynuyor zaten kendisini <3) Summer esas oğlan Tom'un çalıştığı yerde çalışmaya başlar. Tüm gözleri de üzerine çeker tabi. Oğlan da kızdan uzaktan uzaktan hoşlanır ama "nasıl olsa pas vermez bana" diyerek kızın peşinden gitmeye uğraşmaz hiç. Ama tesadüf bu ya, olaylar sürekli yollarını bir şekilde kesiştirir. Oğlan kıza aşık olur, ancak kız oğlana aşık olmaz. Tanıdık geldi mi?

Film zevkinizin daha fazla içine etmemek için başka pek bir şey söylemek istemiyorum. Ancak şunu söylemeden geçemeyeceğim ki, Reality | Expectations sahnesi kesinlikle filmin en mükemmel, en gerçekçi, en acıtan yeri olmuş. Kim akıl ettiyse bu sahneyi elini sıkıp tebrik etmek istedim. O sahneyi bu kadar etkileyici, bu kadar güzel anlatmak başka şekilde mümkün olamazdı. Ama merak etmeyin film boyunca ne kadar karamsarlığa kapılırsanız kapılın, çoğu insanın görmeyi reddettiği yine çok gerçekçi bir mesajı var filmin. Son sahnede beni bile gülümsetmeyi başarıp rahatlatmayı bildi gayet, "hakikaten lan..." dedim ekranda akan Credits'i izlerken. (Filmin müzikleri de mükemmel bu arada)

Bloga uzun zamandır doğru düzgün bir şey yazmıyorum. Hele ki son bir şey tavsiye edeli yıllar olmuş (literally), sırf bu filmi tavsiye etmek için gecenin 4 buçuğunda bu yazıyı yazdıysam dediğime kulak verin, izleyin. Hayretle kendinizden kocaman bir parça mutlaka bulacaksınız filmde.

Posted on 1/21/2010 04:03:00 ÖÖ by Monthius and filed under | 1 Comments »