RMAH (Real Money Auction House) Sorunsalı...

Takip ettiğim forumlardan birinde yoğun halde tartışıldığını görünce uzunca bir açıklamayla durumu izah etmeye çalıştım. Hazır uzun uzun yazmışken buraya da yazayım da, kafasında hala soru işareti olan varsa aydınlansın dedim. (Evet, Diablo III hakkında yanlış bilinenler yazısı kesmedi bu konuda beni):

Atlanılan çok basit bir yanı var RMAH'ın: Ayrıca para harcamak istemiyor musun? Harcamadan da RMAH kullanabilirsin? Bazı arkadaşlar "kullanan zaten yetersizdir" falan demiş de, şu kadar basit şeyi akıl edemediler mi acaba merak ediyorum: Düşürdüğün itemlardan 2 tanesini 5 dolara sattın diyelim, 10 dolarlık Blizzard Currency ekleniyor değil mi hesabına? O sattığın itemların parasını PayPal'dan çekmek yerine, oyun içinde varsa almak istediğin bir şey gider onu alırsın. Böylece ne babanın ya da kendinin kredi kartına ihtiyacın olur, ne de cebinden beş kuruş çıkmış olur.

Bunu yeterince basit bir şekilde anlatabildiğimi umarak diğer konuya geçiyorum: "MİLLET ÜSTÜNÜ BAŞINI AH'TAN ALDIĞI ITEMLARLA DÖŞEYECEK, BİZ MADUR OLUCAZ" Eee, Diablo II'de de ne idüğü belirsiz sitelerden aldıkları itemlarla dolanan tipler vardı, RMAH olmasaydı bu tipler yine olacaktı oyunda. Kaldı ki yukarıda bahsettiğim şekilde kullanırsanız RMAH'ı, normal Gold ile çalışan Auction House'tan ne farkı kalıyor? Onda da millet gold harcayıp üstünü başını dizmiyor mu? Eğer itiraz ettiğiniz şey milletin üstünü başını eşyaları düşürmeden düzmesiyse ona neden kimse bir şey demiyor? Yok, parası olan konuşur olayına itiraz ediyorsanız yine yukarıda dediğim gibi azıcık kafayı çalıştırırsanız cebinizden kuruş çıkmadan nasıl RMAH kullanacağınıza dair ipucunu da verdim.

Ha, sorun ileride diğer oyunların da bu sisteme geçmesi mi? Son 1-1,5 yıldır nerede yaşıyordunuz ki siz? Bütün F2P oyunlar bundan çok daha kötü bir sistemi kullanıyor zaten. Orada para vermeden içeriği tam anlamıyla göremiyorsunuz, oyunu kısıtlı bir şekilde oynuyorsunuz kesenin ağzını açmadığınız sürece vs. "BLIZZARD DİĞER FİRMALARI BU YÖNDE ETKİLEYECEK" diye bir şey söz konusu değil, kendinizi kandırmayın. F2P oyunlar diğer bütün firmaları bu yönde etkiledi bile çoktan. Piyasadaki F2P oyunlara bir bakın, hepsi bu modele geçmiş durumda neredeyse.

Üzgünüm ama bir çok kişi üzerinde çok da düşünmeden, kötülemiş olmak için kötülemeye çalışmaktan başka bir şey yapmıyor şurada. Kişisel fikrime gelelim RMAH ile ilgili: Kullanır mıyım? Eğer aylarca aradığım setin tek bir parçası eksik kalmışsa ve onu normal Gold kullandığım AH'ta bulamıyorsam o zaman yukarıda anlattığım şekliyle kullanırım belki. Onun dışında zaten kendi eşyalarımı kendim düşürmeyeceksem Diablo'nun ne anlamı kaldı ki?
Posted on 10/14/2011 12:04:00 ÖS by Monthius and filed under , , , | 0 Comments »

Vapurlar Falan...

Çok ilginç hakikaten. Bunca güzel şeyin üzerine nereden darbe yiyeceğim bakalım diye bekliyorum gardımı alıp ama ufak tefek aksilikler dışında her şey daha da iyiye gidip duruyor sanki. Hayatımda ilk defa bu kadar iyi ve güçlü hissediyorum kendimi. Umarım hep iyiye gitmeye devam eder böyle. 1 sene önce biri bana şu an sahip olduğum şeyleri saysa "dalga mı geçiyosun lan?!" diye dalardım herhalde...
Posted on 8/26/2011 06:17:00 ÖS by Monthius and filed under | 0 Comments »

Welcome Home...




Çok uzun süren bir koşuşturmaca, stres ve panik yumağıyla boğuştuktan sonra nihayet düzlüğe çıkmış durumdayım. Tamam, hala süregelen bazı dertlerim var, tamamen rahatlamış değilim. Ama en azından üzerimden çooook büyük bir yük kalkmış olduğu için çok daha mutluyum. Bu sene uğurlu geldi bana sanırım, başından sonuna kadar güzel yeniliklerle buluşturdu beni...

Nihayet kendi evim var bir kere. 5 yıl süren cehennem ızdırabının ardından artık bunu haketmiştim zaten. İstediğimi yaptığım, istediğim gibi takıldığım güzel, şirin bir ev... Bayağı zamandır bunun hayalini kuruyormuşum aslında, yeni yeni farkediyorum. Daha da güzeli bu evde şapşal şapşal koşuşturan minik kedim var; Guenhwyvar. Ya da kısaca Guen. O da pek bir sevdi bu evi. Hele şu an salonun büyük ölçüde boş olması tam onun işine yaradı, dilediği gibi koşuşturup duruyor orada. İleride bahçeye çıkmaya da alıştıracağız da, şimdi kaçar gider korkusuyla içeride tutuyoruz.

Komik olan, ama beni tanıyan kimsenin şaşırmayacağı şekilde kocaman bir televizyon ve Playstation 3'ümüz var evde. Ama henüz koltuk takımımız yok. Evet, televizyon koltuk takımından daha öncelikliydi, n'apabilirim yani? :p Doğal gazımız hala bağlanmadı apartman yeni olduğu için, ama soğuk suyla yıkanmaya alıştım sanırım artık. Eh, o ikisinin dışında da pek bir eksiği kalmadı evin aslında. Belki ufak tefek şeyler...

Yine de, eksikleri bile olsa bu evi seviyorum. Hiç olmadığı kadar sıcak geliyor bana burası. Sevdiklerim yanımda, mutluyum, daha ne isteyebilirim ki? Her eve geldiğimde kendi kendime "Welcome home..." diyebiliyorsam artık, yuvamı bulmuşum demektir.
Posted on 8/22/2011 11:14:00 ÖÖ by Monthius and filed under | 0 Comments »

Stress Test

Bu aralar üzerimdeki stresin ve gerginliğin haddi hesabı yok. Bir yandan büyük endişeyle, diğer yandan ise büyük hevesle beklediğim Ağustos ayı geldi çattı. Ev bulma telaşının, biriken işlerin ve onun yarattığı ağır baskının ve daha bir çok irili ufaklı faktörün yarattığı stresten dolayı kendimi gerçekten felaket bunalmış hissediyorum. Fena halde rahatlamaya ihtiyacım varken çevremdeki insanların o bunaltıcı çemberi tam tepemde daha da daraltıp beni boğmalarıysa apayrı bir mevzu tabi. Daha ne kadar dayanabilirim, pek emin değilim açıkçası. Yakında bir noktada patlayacağımdan korkuyorum. Sanırım patlamadan bir önlem alsam iyi olacak... Hiç olmazsa şu ev işi artık hallolsa da hiç olmazsa onca stres kaynağından kaçıp saklanarak rahatlayabileceğim kendime ait bir yerim olsa.
Posted on 8/02/2011 12:31:00 ÖS by Monthius and filed under | 0 Comments »

"Press Any Key And Something Awesome Happens."




Bioware bir zamanlar en sevdiğim oyun firmalarından biriydi. Tamam, asla bir Blizzard değildi belki, ama yine de çıkardıkları her oyunu gözüm kapalı oynayabileceğim ve yaptığı işlere güvenebileceğim bir firmaydı benim için. Ne oldu bilmiyorum. EA tarafından satın alındıktan sonra bile kendilerini bir süre için çok bozmadan devam ettikten sonra bir anda tepetaklak oldu her şey.

Dragon Age 2 felaketi geldi önce. Dragon Age 1 ile alakasız, RYO demeye bin şahit lazım bir oyun çıkarttılar piyasaya. İsyan eden oyunculara karşı hırsla oyunlarını savunmaya devam ettiler, hatta beğenmediklerini dile getiren oyunculara karşı sert tutumlarda bulundular. Ama yetmedi. Metacritic'te sahte hesaplar açıp "Mükemmel bir oyun, işte böyle olmalı!" diyerek kendi oyunlarına tam puanlar vermeye başladılar bu sefer. Ama kendi ürünlerini bu şekilde abartarak öne çıkartmak da kesmedi, son yıllarda çıkan en başarılı oyunlardan biri olan Witcher 2'ye bok atmaya başladılar bu sefer. Platform yine Metacritic'ti, oyladıkları tek oyunlar Dragon Age 2 (10 puan!) ve Witcher 2 (0-3 arası puan!) olan sürüsüne bereket fake hesap türedi birden. Bunlar Bioware gibi bir firmaya yakışmayan, bayağı ve acınası hareketlerdi maalesef. Peki Bioware bu noktada durdu mu? Tabii ki hayır. "Önünü alamadılar" Bioware'in ve saçmalıklar silsilesi devam etti; Fantastik kurgu türünün önde gelen isimleri olan J.R.R. Tolkien ve George R.R. Martin gibi yazarlara laf edip Twilight gibi herhangi bir edebi değeri bile olmayan saçmalığı överek oyunun "romance"ini yazarken ondan ilham aldığını açıklamalar mı dersiniz, yoksa "Call of Duty kitlesini hedef alıyoruz" gibi kafası güzel yorumlar yapmak mı? Hepsini yaptı Bioware...

Sonra bir noktada toparlar gibi oldular. Hem EA, hem de Bioware "yeni fanlar kazanırken bazı fanlarımızı mutsuz ettiğimizin farkındayız. Bize gelen feedbackleri not alıyoruz, oyuncuların istekleriyle şekillendireceğiz yeni DA2 DLC'lerini" dediler. Belki bir ihtimal, yanlış yaptıklarını anladılar mı diye umuyordum ki...

...Sıra The Old Republic'e geldi. Çoğunluk en başından beri oyundan umutsuz olsa da "Hem Star Wars, hem de Old Republic, kötü olamaz ki!" diyerek inanmayı reddettim hep. Hatta bizzat betayı oynayanların ağzından nelerin kötü olduğunu dinledikten sonra bile inanmak zordu benim için. Ancak onların yapamadığını Bioware yapmayı başardı. Oyunu Pre-order'a açtıklarında Collector's Edition alıp almama düşüncesiyle boğuşurken, 2 gün içinde beni oyunu satın alıp almama konusunda düşünmeye ittiler bir anda. Hadi tamam, pre-order'ı sınırlı yapmanız çok anlaşılabilir bir şey. Ona kimsenin dediği bir şey yok zaten. Ama "Oyun çıktıktan sonra da sınırlı sayıda satacağız, çünkü sunucular kaldırmayabilir. Ha, bu arada Türkiye ve Avustralya gibi bazı ülkelerde hiç piyasaya bile çıkmayacak oyunumuz" demek?? Dijital olarak sınırlı satılan bir oyuna ilk defa karşılaşıyorum, hele ki bu oyunun bir MMO olduğunu düşününce o kadar komik kalıyor ki bu açıklama. Yahu milyonlarca oyuncuya sahip Free 2 Play oyunlar bile sunucu problemi yaşamıyorlar, koskoca EA ve Bioware olarak birkaç sunucu fazla kiralayıp stabilitesini arttırmak mı zor geliyor? Nasıl bir mantıktır, nasıl bir saçmalıktır bu?

Ama söz konusu Bioware olunca burada kapanmıyor konu. Üzerine bugün açıklama yapıyorlar; "The Old Republic çok uzun soluklu olacak. Amacımız 2025 yılında gezebileceğiniz 500 gezegene ulaşmak." Ahahahahah. Az önce "sunucularımız kaldırmaz, o yüzden sınırlı oyuncu alacağız" diyen adamlar şimdi "2025'te hala oynanıyor olacak oyunumuz" diyor. 14 milyon oyuncusu olan World of Warcraft'a bile millet "6 senedir aynı grafikler, değişiklik lazım artık" diyorken, sizin "sınırlı" oyuncuya sahip kıytırık MMO'nuz 2025'e kadar devam mı edecek? Hadi diyelim ki arada bir noktada oyun motorunu upgrade ettiniz EVE Online'ın yaptığı gibi. Sadece bu yeterli olacak mı dersiniz? Her sınıfa 200 saat oynanış süresi biçiyorsunuz şu anda. Toplamda yanlış hatırlamıyorsam 6 sınıftan 1200 saat eder. (Ki bir MMO'ya oynayış süresi biçiyor olmak en başından devasa bir hata bence) Buna ek paket, ek içerik vs eklesen bile zaten sınırlı olan oyuncu kitleni 14 yıl boyunca elinde tutabileceğinizi düşünüyorsanız siz bu işi hemen şimdi bırakın derim, zerre vizyonunuz yok demek ki. Olmaz ya, hadi bir şekilde 2025'e kadar 500 gezegene ulaştınız diyelim. Bu oyun bir MMO olmayacak mıydı? Zaten sınırlı sayıda olan bir avuç oyuncunuzla o gezegenlerin kaçını doldurabileceksiniz? Bir çoğu bomboş, kimsenin uğramadığı yerler olarak öylece kalacak. Nasıl bir kafada yapıyorsunuz bu açıklamaları ya da gerçekten inanıyor musunuz bu dediklerinize bilmiyorum ama ben şu an üzerinde oturduğum yerlerimle gülüyorum size buradan, kusura bakmayın.

Başlıkta "Press Any Key And Something Awesome Happens." yazıyor ya hani... Bioware'in yeni anlayışı bu son birkaç senedir işte. Anlayamadıkları şey ise "awesome"ın her zaman için başarılı bir tasarım fikri olmadığı. Bu kafayla gitmeye devam ederlerse oyunlarını alacak kitle ancak Call of Duty'ciler ve Twilight'çılar olacaktır zaten. Gerçi zaten bunu hedeflediklerini de düşünmeden edemiyorum bazen...
Posted on 7/26/2011 02:36:00 ÖS by Monthius and filed under , , , , | 0 Comments »

Home, Sweet Home...

5 yıldır bir işkence yaşıyorum adeta. Yaşlı ve bir dediği diğer dediğini tutmayan bir ev sahibine katlanmak zor iş. Ama ben bir şekilde 5 yıldır sineye çekip katlanıyorum buna. Katlanıyordum, daha doğrusu. Ama bugün canıma tak etti artık. Sağlam bir sakinleşme seansından geçirilmemiş olsam çok daha ağır girerdim muhtemelen, ancak yine de pek hafif girdiğim de söylenemez. Sonuç mu? Eh, yeni bir ev bakma zamanı geldi benim için 5 yılın ardından... Bir süredir biriktirdiğim paraları yeni eve akıtmam gerekecek, haliyle bu yaz için planladığım İtalya gezisi komple yalan olmuş durumda. Hiç olmazsa rahat bir nefes alacağım, arkadaşlarımı istediğim gibi ağırlayıp sabaha kadar FRP partileri düzenleyebileceğim kendi evimde. En güzeli ne ama biliyor musunuz? En sevdiğim iki varlık yanımda olacak bu sırada. Her gün ayrı bir güzel olacak... Yeni bir ev bulup oraya yerleşmek için can atıyorum şimdiden.
Posted on 7/14/2011 01:48:00 ÖÖ by Monthius and filed under | 0 Comments »

Bir Paintball Gazisinin Anıları

Bu meret hiç öyle uzaktan durduğu gibi durmuyor yahu. İlk defa geçen sene ağustosta gitmiştim Paintball'a (ne zorumuz varsa artık, o sıcakta olduğun yerde durunca bile pişmiş ıstakoza dönerken üstüne bir de elde silah koşuşturup durduk). Bu sefer ağustosa kalmayalım, yazın başında havalar daha katlanılabilirken yapalım dedik, ama aksi gibi tam yapacağımız günün hayli sıcak bir güne denk gelmesi fena oldu. Yine de bu bizi yıldıramazdı. Geçen sene 3 morlukla dönüp sadece tek bir şarjör mermi harcayarak çıkmıştım işin içinden. (Tek şarjör harcamamın nedeninin çok nokta atışı yapmam olduğuna inanmıştım geçen sefer, bu seferkinde anladım ki rakiplerimi düzgün görememem yüzündenmiş. Lens taktım bu seferkinde, bam güm mermi yağdırdım her yere) Ha, bir de son bir deparla bizim takıma oyunu kazandıran bayrağı kapmıştım, ama sonrasında 15 dakika ayıltamamışlardı beni. "Abi, iyi misin?" sorularına bile cevap vericek halim yoktu o depardan sonra, sadece elimi kaldırıp hayatta olduğumu belirtebiliyordum.

Neyse, yine aynı mekana gittik, takımları seçtik, ekipmanları giydik falan... Aha, bu sefer farklı bir senaryo oynuyoruz! Bayrak kapmaca yerine üç tane top bataryasını patlatmaya ya da korumaya çalışıyoruz. Bu daha bir eğlenceli sanki bayrak kapmadan... İlk olarak biz saldırıdayız. Genelde oyunlarda da rakip defansif oynamamı beklerken agresif bir tutumla oynamayı tercih ettiğimden burada da aynı kafada hareket ettim. Hızlı zigzaglar çizerek top bataryalarına ulaşmaya çalışma çabalarım pek sonuç vermedi ama olsun. Arada en az 2-3 kişiyi vurdum en azından. Sağ ve soldaki bataryaları patlattık patlatmasına da, ortadaki batarya geçit vermedi bir türlü. (Bir keresinde çok yaklaştım patlatmaya ama maskemin tam gözünde patlayan bir boya mermisiyle sonuçlandı girişimim) Yine de 2 puanı kaptık buradan.

Gelelim 2. round'a. Bu sefer savunmadayız. Kulelerden birinin tepesine yerleştim hemen, sniper modunda gelene geçene mermi kusuyorum. Daha oyun başlar başlamaz bizim tarafa doğru gelmeye çalışan iki kişiyi vurup hallettim zaten. Yanımdan vızır vızır boyalı mermiler geçiyor ben Matrix modunda sıyrılıyorum hepsinden. Hatta bir ara işi abartıp kulenin tepesinde ayağa kalkıp silahımı da sırtıma atarak hakem kabininden fotoğraflarımızı çeken hakemlere poz bile verdim. Yanlış hatırlamıyorsam burada karşı takım sadece 1 tane topumuzu patlatabilmişti. Sağlam savunduk yani. Hatta bir ara mermim bitince geriye dönüp yeni şarjör almak yerine boş silahı sıkarak sanki ateş ediyormuşum hissi yaratarak rakibi az yerine çivilemedim hani. :p Güzel bir taktiktir bu da, olur da bir gün Paintball'a giderseniz aklınızda olsun, kullanırsınız.
Sonrasında en kısa süren round geldi. Gururla söylüyorum ki bu round'da resmen parladım. Ani bir deparla yine zig zag çizip önce alması en zor olan ortadaki top bataryasını patlattım, sonra sağdakine koştum ama tam yanına geldiğimde hakem "O PATLADI ZATEN O PATLADI, SOLDAKİNE GİT!" diye uyardı. Bir de oradan soldakine kadar depar attım sonra. Ve evet, üzerine onu da patlatmayı başardım vurulmadan. Bu sırada karşı takımdan üzerime mermi yağıyordu, ama nasıl bir adrenalin patlamasıysa vurulmadan hoplayıp sıçrayarak basmayı başardım tüm düğmelere. Ancak yine geçen seneki gibi bir süreliğine iptal oldum o şekilde bir depar attığım için. Durum bu sırada 5-1 tabii.

Ve son round! Yine savunmadayız. Yine geçtim kulenin tepesindeki yerime, gelene geçene yağdırıyorum boya toplarını. Sırf ben değil gerçi, sonradan farkettim ki bizim takımın tamamı mıhlamış durumda rakibi yerlerine, kafayı uzatamıyor kimse. (Gerçi bir ara gelip yine patlattılar toplardan birini, mermim bittiğinden vuramayıp çaresizce izledim olayı) Baktım boş boş durmak sıkıcı, "Aksiyona giriyorum ben!" diyip kuleyi terk ettim. Sonrasında ise düşman siperlerinin arasına sızıp orada milleti avlamaya başladım. Tabii avladıklarımdan birinin kız arkadaşım olması ve "O bacağımdan vurduğunun hesabını sorucam ben sana, nasıl acıdı var ya..." tehdidi almam apayrı bir olaydı. En son artık iyice gaza gelip siperlerin köşesinden Max Payne modunda fırlayıp "HIAIAAAAAA!!!!" modunda tetiğe abanırken çok fena bir şekilde vurulduktan ve mermimin bitişinin ardından havluyu attım artık.

Şu an boya toplarının vücudumda patladığı her nokta ayrı bir morlukla madalya gibi parlarken yine de sırıtarak anlatıyorum bunları size. Çünkü inanılmaz keyifliydi. Mutlaka gidip en az bir kez siz de oynayın arkadaşlarınızla, canınız yanıyor falan ama inanılmaz adrenalin pompalayıp eğleniyorsunuz. Sonrasında bütün günü topallayarak geçirmeniz ve "Baston bulun banaaa!!!" çığlıkları atmanız önemli değil, değiyor çünkü hepsine.
Posted on 7/10/2011 02:40:00 ÖS by Monthius and filed under | 0 Comments »

Come to me, my shadow...




Ofisteki kedimiz Puri'nin birbirinden şirin üç yavrusundan siyah olanı bugün nihayet eve getirdim. Yolda acıklı acıklı miyavlamasıyla içimi paralasa da, eve gelince meraklı ve şapşal bir şekilde paytak adımlarla evi gezmeye başlayınca rahatladım. İlk başta her 5 dakikada bir evin içinde bir köşede kaybolup bizden kaçıyordu. Sonra bir alıştı, bu sefer de yanından iki dakika ayrılsak acı acı miyavlayıp peşimizden koşturmaya başladı... Şimdiyse biz Heavy Rain oynarken koltukta bizim yanımıza kıvrılmış, kafası patilerinin arasında uyuyor. Allah'ım bu nasıl bir şirinliktir, bu nasıl bir varlıktır diye bütün gece sorguladım vallahi. Ha, bu arada adı mı? Tabii ki Guenhwyvar. Ama biz ona kısaca Guen diyoruz.
Posted on 6/27/2011 11:59:00 ÖS by Monthius and filed under | 1 Comments »

Yaz Temizliği

Burayı artık pek kullanmadığımdan olsa gerek, dökülen yapraklar zeminde ayrı bir katman oluşturmuş adeta. Ben de sağlam bir temizliğe girişeyim, belki arada yine yazarım diye düşündüm öyle işten güçten bunaldığım bir anda. Evet, blogdaki eski yazıların en son yazılan bir kısmı hariç neredeyse tamamını kaldırdım. (Stalklayacak olan stalkladı nasıl olsa onları ;P) Nedeni de o yazıların çoğunun eski hayatıma ait olması ve bakınca komik gelmeleri. Blog için temiz bir sayfa hazırlamış oldum bir nevi böylece. (Belki üşenmezsem yeni bir tasarım bile olabilir belki, hmm?)

Ha, bu arada burayı iyice unuttuğum sırada yazmayı ihmal ettim. Geç de olsa yapacağım dediğim şeyi buradan da bir kez daha yapayım; "Welcome home..."

Posted on 6/27/2011 05:55:00 ÖS by Monthius and filed under | 1 Comments »

2011



Bir insan 1 yılda ne kadar değişebilir? 365 gün. Böyle söyleyince sanki geçen süre daha azmış gibi geliyor bana. Ama değil işte. Neler sığıyor o 365 günün içine bir düşünsenize... Ben düşünüyorum da, aşağı yukarı bir yıl önce yeni yıldan hiç bir beklentisi olmayan, bir şeyler bekleyip de karşılığını alamamaktan yorgun düşmüş birini görüyorum. Bir de şimdiki zamana dönüp bakıyorum, manzara çok daha farklı. Gözleri tekrar parlamaya başlamış, tekrar beklentiyle dolmuş ancak bu sefer sihirli bir değneğin dokunuşunu beklemeyen, gereken değişimi kendi elleriyle yapmaktan çekinmeyen birini görüyorum. Eskisinden daha olgun kendimi görüyorum; sorumluluk alması gerektiğinin farkına varmış, eskiden her şeyi boşvermişken şimdi ipleri eline alan ve hatta sağlıklı yaşamak için tekrar spor yapmaya başlamış, kendine özen gösteren kendimi. Ve uzun zamandır ilk defa gördüğüm bu manzara beni tatmin ediyor. 2010 güzel bir yıldı. O 365 gün içinde çok şey değişti, ama en önemlisi değişikliğin nasıl yapılacağını öğrendim.

Geçen sene yazdıklarımla nasıl da zıt değil mi bunlar? 2010'un ilk yarısı nispeten o yazıyı yazdığım kafayla geçmiş olsa da ikinci yarısında bazı şeyler "dank" etti sanırım. İyi ki de etti, yoksa bu noktaya asla gelemezdim.

2010'u geride bıraktık nasıl olsa, ondan bu kadar bahsettiğimiz yeter. Gelelim 2011'e ve ondan beklentilerime. 2011'in çok daha iyi geçeceğine inancım tam öncelikle. Bunu rahatlıkla diyorum, çünkü öyle olmasını ummaktan öte öyle olmasını sağlamak için elimden geleni yapacağımı biliyorum. 2010 her ne kadar benim açımdan verimli geçmiş ve bir çok değişikliğe ev sahipliği yapmış olsa da eksik kalmış yanları da vardı. 2011'de asıl amacım 2010'da eksik kalan şeyleri tamamlamak olacak öncelikle. Aslında çok uzun zaman önce kapanmış olması gereken, ama 2010'da anca kapatabildiğim bazı sayfaların getirdiği huzurun da sayesinde yapamayacağım hiçbir şey yokmuş gibi hissediyorum. Umarım bundan 1 yıl sonra yazacağım yazıda da bu hedeflerime ulaşmış, 2011'in güzel yanlarını sayıyor olurum. Ya da olmayadabilirim, eğer Diablo III gerçekten 2011'in sonlarında çıkarsa bu yazının devamını yazmak yerine Diablo peşinde koşuyor olma ihtimalim gayet yüksek. Evet evet, biliyorum, sorumluluklarım büyüse de, ne kadar olgunlaşsam da içimde hiç ölmeyen bir çocuk var ve ben onu şımartmaya bayılıyorum. Ama zaten beni ben yapan bu, yaşadığım onca şeye rağmen hala umut taşıyabilme nedenim o parçam. Ve ben ona en azından bu kadarını borçluyum.
Posted on 1/02/2011 06:36:00 ÖS by Monthius and filed under | 0 Comments »